Kenan, Atik, Selahattin, Nevzat ve ben. Antalyaspor tribünlerinde tanıştık. Zamanla sıkı dostlar, iyi arkadaşlar olduk. Ortak noktamızın sadece Antalyaspor olduğunu zannederdik. Birbirimizi daha iyi tanıdıkça diğer bir ortak noktamızın da doğayı, doğa sporlarını sevmemiz olduğunu fark ettik. Bu yönde gerçekleşen sohbetler haliyle Likya Yolu üzerine yoğunlaşmaya başladı. Sonunda bizde Likya Yolu’nu yürümeye karar verdik. Antalya’nın kavurucu yaz sıcakları yerini serin havalara bırakınca etap etap parkurları geçmek için harekete geçtik. Birlikte yürüdüğümüz ilk etap ise Hisarçandır-Göynük Kanyonu parkuru oldu. Bu parkur yürüyüşe Antalya’dan başlayanlar için ilk, Fethiye’den başlayanlar ise son parkur olma özelliği ile öne çıkıyor. Ayrıca yaklaşık 1500 metre rakımdan deniz seviyesine inilen keyifli ama bir o kadar da zor bir parkur.
Tüm planları yaptıktan sonra faaliyetimizi
gerçekleştireceğimiz günün sabahında buluştuk. Nevzat, büyük bir fedakarlık
göstererek aracıyla Kenan’ı, Selahattin’i, beni ve Atik’i evlerimize en yakın
noktadan alıp, Hisarçandır’a giden minibüs durağına götürdü. Yaklaşık 45 dakika
süren bir yolculuğun ardından etabın başlangıç noktasında, Hisarçandır Camii
önündeydik. Başlangıç noktasında çektiğimiz hatıra fotoğraflarının ardından yola
koyulduk. Köyün içinden dağa, ormanlık alana doğru ilerleyen yol kısa süre
sonra asfalttan stabilize yola dönüştü. Meyve ağaçları ve yayla evleriyle
çevrili yol, yükseldikçe yerini çam ormanlarına bıraktı. Hem rakımın etkisi hem
de sabah saatleri olması itibariyle oldukça serin bir hava vardı. Antalya’nın
sıcak ve nemli coğrafyasından serin ve ormanlık alanda olmak gerçekten keyif
vericiydi.
Stabilize yolda ilerledikçe ve yükseklere doğru yol aldıkça manzara
da kendini göstermeye başladı. Çevremizde adını bile bilmediğimiz dağlar, vadinin
ardında görünen Antalya, kuş sesleri ve göz alabildiğine uzanan çam ormanları. İşte
böyle bir ortamda kahvaltı için mola verdik. Doğada olmanın insan ruhu
üzerindeki pozitif etkisini en uç noktada yaşıyorduk. Kahvaltı sorası yeniden
yola koyulduk. Yükseldikçe çam ormanları yerini sedir ve ardıç ağaçlarına
bırakmaya başladı. Ayrıca kurumuş da olsa çok sayıda su kaynağına rastlıyorduk.
Yağmur ve kar yağışının başlamasıyla birlikte bu kaynakların yeniden
canlanmasını umut ederek ilerleyişimizi sürdürdük. Çok fazla ilerlemeden yine
kurumuş bir su kaynağına ulaştık. Çınar ağaçlarının çevrelediği kaynakta biraz
doğayı gözlemledik. Yaşı oldukça ilerlemiş çınar ağacının gölgesinde hatıra
fotoğrafları çekindik.
Yürüyüşümüz sürdükçe yorgunluğun etkisiyle olmalı çay ve
kahve içme isteğimiz tavan yaptı. Normalde termosumda sıcak su bulundururum.
Sabah çok erken saatlerde yola çıkmamız nedeniyle sıcak su temin edemedim. Bunu
dile getirirken TV. vericilerinin alt kısmındaki mahalleye ulaştık. Bir evin
kapısında yaşlı bir amca göründü. Bu esnada çay içme arzusu tavan yapan Atik,
“Dayı burada kahve nerede. Nerede çay içebiliriz?” diye sordu. Dayı da “Kahve
burası, burası” diye cevap verince hiç düşünmeden evin avlusunda yerimizi
aldık. Dayı çay demlemek için eve girdi. Biz ise halkımızın ne kadar
yardımsever olduğunu konuşmaya başladık. Dayı kısa süre sonra demlediği çay ile
geldi. Çaylarımızı yudumlarken, bizden başka yürüyüşçünün geçip geçmediğini ve
normal günlerde kaç yürüyüşçünün geçtiğini sorduk. Dayı, “Bugün sizden başka
geçen olmadı, ama günde 4-5 müşteri gelir” diye cevap verdiğinde anlamsızca
Kenan ile birbirimize baktık. “Müşteri!!!”. “Müşteri” cevabına anlam veremedik.
Çaylarımızı içtikten sonra hareket için hazırlanmaya
başladık. Mütevazi tavırlarıyla öne çıkan Kenan, yanıma gelerek, bozuk para
istedi. Kendisinin de eklediği bozuk paraları, utana sıkıla dayıya uzattı. Dayı
ne Kenan’ın yüzüne baktı, ne de parayı aldı. Sadece sordu, “Kaç para var
orada?”. Parayı sayan Kenan, “13” diye cevap verdi. O esnada ben halkımızın ne
kadar yardımsever olduğundan dem vuruyordum, Nevzat hala bu dağlarda ayı olup
olmadığı yönünde sorular soruyordu, Atik ise bu dünyadan göçüp gittikten sonra,
öbür taraftan dayıya şefaat okuyacağını söylüyordu, Selahattin ise hamiyetsever
halkımızın yolda bize ceviz verdiğini, başka birinin yumurta vermek istediğini,
dayının da çay demlediğini belirterek,
“Yurdum insanı bir tane” demişti ki dayı, “Biz çayı 20’ye kaynatıyoz” dedi. Farklı
duygular içinde ve kahkahalar arasında 20 lirayı ödedik. Sonrada konu üzerinde
değerlendirmeler yaparak, yolumuza devam ettik. Uzunca bir süre gündem 8 bardak
çaya verilen 20 lira idi. Hala hatırlar, hatırlar güleriz.
Orman içerisinde uzunca bir süre yol aldıktan sonra yine
kurumuş bir su kaynağına rastladık. Kaynağın önünde hayvanların su içmesi için
oyulmuş bir ağaç duruyordu. Devrilmiş bu oyulu ağacın önünde kısa süre mola
verdik. Bu kısa molanın ardından yeniden yola koyulduk. Tahminen 10 kilometreye
yakın yol yürümüştük. Uzunca bir süre patikada yaptığımız iniş, kayalık ve
patikadan oluşan yolda yerini çıkışa bırakmıştı. Dayısı Geçidi’ne ne zaman
ulaşacağımızı konuşurken, kendimizi bir anda geçitte bulduk. Geçidin ardı 360
dereceye yakın ormanlara, derin vadilere, ardı ardına yükselen tepelere
bakarken, geçidin önü bir yanda Göynük, bir yanda Antalya’ya bakıyordu. Uçsuz
bucaksız yeşilliğin ardında Akdeniz’in engin mavilikleri bizi selamlıyordu. Yan
yana açmış çiğdemler, kokusuyla baş döndüren adaçayları sanki bize “Hoş geldiniz”
diyordu. Eğer Antalya manzarası doyasıya yaşanacaksa en uygun nokta burasıydı.
Bizde öyle yaptık. Bu vahşi ve bir o kadar büyüleyici manzaranın tadını
çıkarmaya karar verdik. Öyle de yaptık.
Uzunca bir süre manzarayı izleyip, yaşadığımız coğrafyanın
özelliği üzerine sohbet ettik. Her yıl neden milyonlarca turistin Antalya’ya
geldiğinin sebebini idrak edip, adamlara hak verdik. Molanın ardından yeniden
yola koyulduk. Uzunca bir süre devam eden iniş, yorgunluk yerini yavaşça sinir
bozukluğuna bırakmaya başladı. Neredeyse her adımda hatıra fotoğrafı çektirecek
durumdayken artık bir an önce yolun bitmesini istiyorduk ama önümüzde neredeyse
6-7 kilometre yol vardı. İşin sinir bozan yanı ise zik zak çizilerek saatlerce
yürünen yolun sonunda aslında çok da ilerlenmemiş olmasıydı. Ha bire yürüyorduk
ama kuş uçumu kat ettiğimiz mesafe sadece ve sadece birkaç yüz metreydi. Böyle
bir ortamda yanmış bir ormanlık alana ulaştık. Antalya’yı kuşbakışı gören bu
noktanın öğle yemeği için ideal olduğuna karar verdik. Öğle yemeğimizi yerken Nevzat,
bu ormanlarda ayı olup olmadığını yeniden gündeme getirdi. Yolun geriye kalan
bölümünde defalarca gündeme getirmeye de devam etti.
Yemeğin ardından yeniden yola koyulduk. Yanmış ormanda
yolumuzu kaybettik. Teknoloji sayesinde, iz takibi yaparak yeniden yolumuzu
bulduk. Kayaların üzerindeki çizgiler ve üst üste yığılı taşların olduğu
babalar bizi yeniden Likya Yolu’na çıkarmıştı. 1500-1600 metre rakımdan tahminen
600-700 metre rakıma inmiştik. Yorgunluk iyiden iyiye bastırmış, halüsinasyon
yerini iddialı sözlere, diz ağrısı ise inlemelere bırakmıştı. Böyle bir ortamda
Selahattin kaç kilometre yolumuzun kaldığını sordu. 5-6 cevabını alınca da
çıldırdı. Sitemli sözlerle bir saat önce sorduğunda da aynı cevabı aldığını
söyledi. GPS’in yalancısı olarak, ne diyeceğimi bilemedim. Kanyona ilerledikçe
yolda artık fotoğraf çekinmez, keyifli sohbetler yapmaz, şakalaşmaz olduk. Böyle
bir ruh halinde Selahattin iddialı bir cümle kurarak, bir daha yürümeyeceğini
ifade etti. Atik ise sadece araçla gidilen noktalarda kampa katılabileceğini
söyledi. Nevzat ise mesafenin az olması halinde keyifli bir günün bizi
beklediğini ifade etti. Koca gruptan geriye Kenan ile ben kaldım.
Yorgunluktan oldukça artmıştı. İsmi bizde saklı bir
arkadaşımız ama isminin baş harfi ‘S’ halüsinasyon görerek, kayaların üzerimize
geldiğini söyledi. Ben yorgunluktan hiçbir şey duymadım. Nevzat ise hala
ormanda ayı olup olmadığını düşünüyordu. Epeyce yürüdükten sonra kanyonun
olduğu bölge kendini göstermeye başladı. Derin bir vadinin içinde ilerliyorduk.
Deliktaş diye adlandırılan dağın önünden geçtik. Ama yorgunluktan fotoğraf
çekmek istemedik. İlk kez bir su kaynağı ile karşılaştık. Kurumaya yüz tutan
kaynakların beslediği dere usulca akıyordu. Yorgun argın bir şekilde parkuru
tamamladık. Kanyonun buz gibi sularına girdik. Bir müddet dinlendikten sonra
Antalya’nın, evimizin yolunu tuttuk.
Güzel bir gündü. Keyifli anlarımız, uzunca yıllar konuşulacak anılarımız oldu. Bir de yol kısa olaydı, keyfimize diyecek yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder